18 Mayıs 2017 Perşembe
2 Şubat 2017 Perşembe
Sendikasızlaştırma
Süreci
Piyasa
toplumunun yapılandırılmaya çalışıldığı 90’ların başında, basından medyaya bir
anda hızlanan dönüşümle (basın işletmelerinin çok göreceli müstakil (bağımsız)
konumundan tümüyle çıkıp giderek büyük sermayenin/holdinglerin ve çeşitli dinî
cemaatlerin çok ortaklı sermayesinin kontrolü altına girmesi; işletme ve yazı
işleri yönetimlerinin örgütlenmesi; editoryal önceliklerin, ticari ve tüm
içeriksel hedeflerin, çalışan kadrolarının, haber politikalarının, haber
değerlerinin değişimi; teknolojiye odaklanma gibi stratejilerle) sektör tümüyle
piyasa mantığının hakim olduğu bir rotada ilerlemiş ve genişlemiştir. Ülkedeki
12 Eylül rejimi ile ivme kaydeden neo-liberal genel ekonomik ve siyasal
programın belirlediği düzlemde ortaya çıkan ve en başta emeğin ekonomik ve
siyasi konumunu zayıflatan, ağır bir kuşku odağı haline getiren çeşitli
baskılayıcı dönüşümler gazetecilik mesleğini de ciddi değişmelerle karşı
karşıya bırakmıştır.
İlerleyen
dönemlerde sektörde yaşam düzeyi çok yükselen küçük bir çalışan grubu öne
çıkarken, çok çeşitli kategorilerde haber üretim sürecinin birincil ayağı
konumundaki gazetecilerin çoğunluğu kazanım ve konumlarından biraz daha
kaybetmiştir. Dünyayı örnek göstererek piyasa mantığını tek meşru yol olarak
izleyen yeni yapılanma sürecinde, köklü demokratik gelenekleri de olmayan
sektörde çalışma ilişkileri kolaylıkla yeniden şekillendirilmiştir.
Gazetecilerin meslek sendikasının kendi stratejik yanlışlarıyla da birlikte
hızla işlevsizleştirilmesi, işverenlerin basın-iş yasasını uygulamama çabaları,
ekonomik, sosyal haklar çerçevesinde çalışanların örgütlü ve bireysel
mücadelelerinin engellenmesi gibi sınıf tabanlı ekonomik talepleri yoksayan
durumlar doğal bir süreç gibi işletilmiştir. Çalışanların giderek tamamına
yakını işverenlerin belirlediği bireysel sözleşmelere ve uygulamalara tâbi
kılınmış, buna yönetici konumundaki gazetecilerden de çeşitli biçimlerde (köşe
yazarları, yöneticiler bu konularda genellikle sessiz kalmıştır) destek
gelmiştir. Haber üretiminde beden ve zihin emeğiyle yer tutan iş gücünü temsil
etmede sektörün bir bölümünde nispeten etkin olabilmiş meslek sendikası, kendi
özel sorunlarıyla birlikte bu koşullarda toplu sözleşme düzenini sürdürme ve
mesleğe ilişkin söz söyleme gücünü hızla yitirmiştir. Medya endüstrisinin aktörleri
ve siyasi iktidarlar da ancak etkisiz bir kurum olarak kalmasına izin
vermişlerdir. Serbest piyasa ekonomisi ve bireyselleşme kültürü ile meşruiyet
sağlanmışken meslek profesyonellerinin önemli bir bölümünü oluşturan basın
emekçisi muhabirlerin özlük haklarının zedelenmesi, çalışma ve geçinme
koşullarının kötüleşmesi yaygın (doğal) bir durum haline gelmiştir.
Geçmişte,
meslekte rol modeli olan gazeteciler yerine medya piyasasının ticari mantığına
uygun olarak marka isimler diye tarif edilen bir bölüm yönetici, köşe yazarı,
star gazeteci, özlük haklarını konu etmeyen, basın iş yasasına göre çalışır
görünse de göstermelik asgari ücret yazılı sözleşmelere imza atan, gerçekte
aldıkları yüksek ücret ve olanaklarla modern medya işvereninin gücünü, cazibesini,
ayrıcalıklı yaşam tarzlarını, zenginlik, sınıf atlama ve servet sahibi olmayı
temsil eden bir konuma gelmiştir. Ekonomik ve sosyal haklar bakımından geriye
gidiş normalleştirilirken, iş güvencesinden yoksunluk ve sendikasızlık
gazeteciliğin bireysellik mesleği olarak tarifine ve profesyonelliğe uygun
sayılmıştır. Çalışanlar açısından tek yasal dayanak olarak kalan 212 sayılı
basın-iş yasası işverenler ve yönetici gazeteciler tarafından “işletmeyi
batıracak bir yük” olarak tanımlanırken, mümkün oldukça uygulanmaktan
kaçınılmıştır.
Basın
özgürlüğü ile gazetecinin özgürlüğü birbirinden farklı kavramlardır. Ancak
genellikle basın özgürlüğü gazetecinin de özgürlüğü olarak anlaşılır. Kurum
olarak medyaya sağlanan ya da sağlanması gereken özgürlükler ve ayrıcalıklarla
ilgili uygulamalar ve tartışmaların kuruma mevcut gücü kazandıran içeriği
üreten “bağımlı çalışanı” da kapsadığı sanılır. Oysa yalnızca bir “bağımlı
çalışan” olarak gazetecinin kendi işvereni karşısındaki konumu irdelendiğinde
bile basın özgürlüğünün aslında gazetecinin özgürlüğü olmadığı apaçık ortaya
çıkar.
İster
kamu adına bir dördüncü güç olarak, isterse toplumların kendisinin de içinde
yer aldığı sermaye ve politik güç odaklarının beklentilerine uygun biçimde
yönlendirilmesi görevini yerine getiren bir kurum olarak medyanın işlevleri ve
yapısı her zaman o yapının içinde yer alan
“insan”ın önünde yer almıştır.
Özgürlük
ve ayrıcalık gerçekte kime ve neye tanınmaktadır? Bir “bağımlı çalışan” olarak
gazetecinin kendi işvereni karşısındaki konumu nedir?
Gazeteci
medyanın bunca etkili işlevlerindeki temel rolüne rağmen alana yönelik
araştırmalarda bir “bağımlı çalışan” olarak içinde olduğu koşullarla pek fazla
ele alınmamıştır. Bu analizlerde, sunumlarda işsizlik, asgari ücret, fazla
mesai alamama, uzun çalışma saatleri, iş güvencesinin yokluğu ve ortadan
kaldırılması, kitleler halinde işten çıkartma, kitleler halinde emekli etme
gibi insanın gerçek yaşam koşulu yer almamaktadır. “İnsan”ı geri plana atan bu
anlayışla ileri sürülen gerekçelerin geçerliliği tartışmalı ve sosyal devlet
anlayışının dışındadır.
Medyada
Sendikalaşmanın Durumu
İlk
gazeteci örgütlerinin mesleki çıkar esasına göre değil, dostluk bağlarının
geliştirilmesi ve ahlaki standartların belirlenmesi gibi amaçlarla dernek
şeklinde kurulduğu zamanla ortak hak ve menfaatlerin korunması amacıyla
sendikaya dönüştükleri belirtilmektedir.
Sendika, malum tarihimizde sistematik olarak
olumsuz anlamlarla donatılmış bir kavram. Örgütlenme ise hep sol söylemin
içinde algılandığı, medya alanında sendikal hak arayışında olanların en
basitinden işinden olduğu ve adeta zehirli atık muamelesi görerek hiçbir yerde
iş bulamadığı gri bir alan.
1990’ların
hemen başında basın sektöründen belli iş yerlerinde örgütlülüğünü sürdüren
sendikanın tümüyle çıkarılması için basın işverenleri hızlı bir süreç
başlatmış, büyük sermaye akışı yapılan ve adeta patlama yaşanan medya evresine
geçişte sendikal örgütlülük ve toplu sözleşme düzeni bir yük olmaktan
çıkarılmış, hükümetler bu süreci sessiz desteklemiş ve kolaylaştırmıştır. Medya
kuruluşları ise sendikalı ve sendikasız işyerleri arasındaki haksız rekabetin
ortadan kalktığını ilan etmişlerdir. Sendikalı olunca artan çalışan
maliyetlerinin toplu sözleşme düzeninin kaldırılmasıyla azalacağı iddia
edilmiş, çalışanın maaşına yansıtılacak artışların da çok daha fazla olacağı
vaat edilmiştir. Başta Sabah gazetesi olmak üzere sendikasız işyerlerinin
haksız rekabet yarattığı iddia edilmiştir. 2000 yılının hemen başlarından
itibaren Anadolu Ajansı haricinde, toplu sözleşme yapılan işyerinin kalmadığı
görülmektedir. Medya kuruluşlarında çalışanlar arasında sendika üyeliği
sürenler olsa da, işverenler toplu sözleşme için gereken çoğunluğa ulaşılmasını
önlemek için sendika üyeliğinden çekilmeleri ya da sendika üyesi olmaması için
çalışanlara yönelik etkili yöntemler uygulamaktadırlar. Örneğin sendikaya üye
olanların sayısında artış eğilimi izlenince, “çalışanlardan hizmet
sözleşmelerinin 212 sayılı Basın iş yasası kapsamında düzenlenmesi, sürmesi
için sendikadan istifa belgelerini getirmeleri istenebilmekte”, gerekirse iş
akti feshedilmektedir (TGS, 15 Haziran 2007). Bu arada bir önlem olarak Türkiye
Gazeteciler Sendikası üyelik başvurusu yapan çalışanların üyeliğini ilgili
işyerlerinde gerekli çoğunluğa (yüzde 50) ulaşmadan işyerlerine
bildirmemektedir.
Sendika,
medya kuruluşlarının “haber birimlerinde kadrolu olarak çalışan 212 sayılı
yasaya tâbi fikir işçilerini üye kabul etmektedir. “Gazetecilik işinin
yapıldığı bu işyerlerinde (ayrı bir şirket adı altında olmamak şartıyla) 4875
(eski 1475) sayılı Yasa’ya tâbi olarak çalışanlar da “asıl işe bağlı yardımcı
işler” çerçevesinde” üyelik başvurusu yapabilmektedirler. Sendikal
örgütlülüğün, toplu sözleşme düzeninin gerçekte bir işyeri dışında hemen
neredeyse kalmadığı medya sektöründe işverenler kadrolu çalıştırma ihtiyacı ya
da zorunluluğu duyduğu muhabirlerle bireysel hizmet sözleşmesi yapmakta,
muhabirler kendilerine sunulan standart sözleşmelere genellikle itirazsız imza
atmaktadırlar. Görünürde 212 sayılı Basın İş Yasası’na gönderme yapılarak düzenlenmişse
de çoğu zaman yasaya ve özlük haklarına aykırı (Basın Yayın Enformasyon Genel
Müdürlüğü’nce sarı basın kartı başvuruları esnasında itiraz edilen)
mahkemelerin iptal edebileceği hükümler de taşıyan sözleşmelere genellikle
itiraz gücüne sahip olmadıkları için, işlerini kaybetmemek için imza
atmaktadırlar. Muhabirlerin, kameramanların, foto muhabirlerinin bir bölümü 212
sayılı Basın İş Yasası yerine, yasalara aykırı olarak 4857 (eski 1475) Sayılı
İş Yasası’na göre sözleşme yapılarak da çalıştırılabilmekte, sosyal güvenlik
primleri gazetecilik iş kolundan yatırılmamaktadır. Bu durumda çalıştırılan pek
çok gazetecinin olduğu, çalışanlar ve meslek sendikası tarafından
belirtilmektedir.
2000’li
yılların hemen başında, medya alanı genişlemeye ve güçlenmeye devam ederken,
gazeteciler sendikasının Anadolu Ajansı dışında diğer işyerlerinde toplu
sözleşme yapma koşulları serbest piyasanın gereklerine dayandırılarak medya
gruplarınca ortadan kaldırılmıştır. En son Cumhuriyet’ten ve Anka Ajansı’nda da
düştükten sonra Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın gazetecilerin sendikal
hakları ve güvenceleri, çalışma koşulları, ücret artışları, tazminatlar,
karşılıklı sorumluluklar, izinler, sosyal yardımlar gibi temel haklarına ait
kapsamlı düzenlemeler içeren ve 2 yılda bir yenilenen toplu iş sözleşmesi
yaptığı son işyeri Anadolu Ajansı kalmıştır. 212 sayılı basın iş yasası ile
tanımlanan hakları “güvence” altına almanın yanında çalışanlara bu yasanın çok
daha ilerisinde haklar sağlayan bir toplu iş sözleşmesi işverenle, işyerinde
çalışan üyeleri adına sendika tarafından imzalanır. Anadolu Ajansı ile yapılan
“2006-2008” tarihli 2 yıllık toplu iş sözleşmesinin giriş bölümünde tarafları,
kapsam ve amaçları şöyle tanımlamışlardır: Bu Toplu İş Sözleşmesi, merkezi İstanbul’da
bulunan Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Merkezi Ankara’da bulunan Anadolu
Ajansı T.A.Ş. arasında İşverenin işyerlerinde çalışan TGS üyeleri ile İşverenin
ilişkilerini düzenlemek ve Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü ile Genel Müdürlüğe
bağlı işyerlerinde çalışan Türkiye Gazeteciler Sendikası “212 sayılı Yasa ile
değişik 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki
Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun”, “4857 sayılı İş Kanunu” ve “5188 sayılı
Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun” kapsamlarındaki bütün TGS üyelerinin
haklarını korumak üzere, bütün işyerlerinin özellikleri ve olanakları dikkate
alınarak, İşletme düzeyinde imzalanmıştır
Ancak
son kaleler olarak gösterilen Cumhuriyet’ten ve Anka Ajansı’ndan düşürülen
sendika ve toplu sözleşme düzeni sadece Anadolu Ajansı’nda, bir bakıma,
yaşatılmaktadır. Ajans çalışanları sendikal örgütlülüğe, toplu pazarlığa bu
işyerinde de son verileceği endişesini taşımaktadır.
“İstatistiklerde
gazetecilik işkolunda sendikalı görülen işçilerin ancak dörtte biri 5953 sayılı
Yasaya tabi gazetecidir; diğerleri işverenlerce 4857 sayılı Yasaya tabi olarak
çalıştırılanlardır. AB ülkelerinde sendikaya karşı tavır takınılmamakta, hatta
bazı ülkelerde işe girmeden sendika üyesi olmaları istenmektedir. Türkiye’de
ise işe alınırken sendikalı olup olmadığı sorulmakta sendikalı ise işe alınmak
istenmemektedir. Örneğin Sabah gazetesinde sendikalı olmayan çalışanların da
sendikadan istifası istenmiştir ve istifa etmişlerdir.”
7 Ocak 2017 Cumartesi
Savaşta Medya’nın Tutumu
Bilindiği
üzere günümüz dünyasının en önemli beşeri teknolojik kazanımlardan biri ve
kitlesel bilgilendirme aracı medyadır. Medya, dünyada muhataplarının
gereksinimlerine göre baş döndürücü bir hızla ve sürekli gelişmektedir. Günümüzde
medya artık tüm coğrafi sınırları ortadan kaldıracak ve milyarlarca insanı
birbiriyle bütünleştirecek kadar gelişmiş ve gelişmektedir.
Medyada mesajların intikal ettirilmesi kamuoyunu şekillendirmede ve yönlendirmede önemli rol ifa ediyor. Medya türlü haber ve bilgileri toplayarak halk arasında ve çeşitli sosyal alanlarda gereken bilgilendirmeyi gerçekleştiriyor ve istediği konuları cazip hale getirirken, bazı meselelere daha fazla öncelik ve daha çok zaruret kazandırıyor.
Medyada mesajların intikal ettirilmesi kamuoyunu şekillendirmede ve yönlendirmede önemli rol ifa ediyor. Medya türlü haber ve bilgileri toplayarak halk arasında ve çeşitli sosyal alanlarda gereken bilgilendirmeyi gerçekleştiriyor ve istediği konuları cazip hale getirirken, bazı meselelere daha fazla öncelik ve daha çok zaruret kazandırıyor.
Kanadalı düşünür Mareşal Mc Luhan bir makalesinde şöyle
yazıyor:
Gelecekte yaşanacak savaşlar askeri teçhizat ve savaş sahalarında olmayacak. Bu savaşlar kitle iletişim araçları insanlara telkin ettikleri telakkiler yüzünden patlak verecek.
Ve bugün günümüz dünyasının şahit olduğu bir gerçektir. Medya krizlerin üretilmesinde, kontrol altına alınmasında anahtar rol ifa ediyor. Medya türlü yöntemlerle hedef kitlelerin kafasını hâkim sınıfın istek ve hedefleri doğrultusunda şekillendirerek yönlendiriyor.
Gelecekte yaşanacak savaşlar askeri teçhizat ve savaş sahalarında olmayacak. Bu savaşlar kitle iletişim araçları insanlara telkin ettikleri telakkiler yüzünden patlak verecek.
Ve bugün günümüz dünyasının şahit olduğu bir gerçektir. Medya krizlerin üretilmesinde, kontrol altına alınmasında anahtar rol ifa ediyor. Medya türlü yöntemlerle hedef kitlelerin kafasını hâkim sınıfın istek ve hedefleri doğrultusunda şekillendirerek yönlendiriyor.
Medyanın Vietnam
Savaşındaki rolü
Vietnam Savaşı pek çok insanın zannettiği gibi dünyanın bir
kenarında geçen izole bir savaş değildi. Vietnam’da, gerçekte ne olduğu ile
televizyon ve gazeteler aracılığıyla ABD halkına gösterilenler arasında çok
önemli farklılıklar vardı. Medyanın sansasyon etkisi ve haberleri seçiş tarzı,
ABD halkının savaş algılayış biçimi üzerinde önemli etkiler yaptı.
1960'lı ve 1970'li yıllarda yaşanan Amerika ve
müttefiklerinin yenilgisi ile sonuçlanan Vietnam savaşında politikacılar bu
yenilgiden medyayı sorumlu tutmuştu. Batılı politikacılara göre medya o dönemde
kamuoyunu etkileyerek Amerika'nın güneydoğu Asya'ya yönelik politikalarını
desteklemelerini engelledi. Aslında böyle bir sonuca ulaşmanın sebebini TV
yayınlarının geniş çapta mümkün olmasını sağlayan teknolojik ilerlemelerde
aramak gerekir. Amerika ve müttefikleri Vietnam savaşına bulaştıkları günlerde
Amerika'da hemen hemen her evde bir televizyon makinesi bulunuyordu ve yine
savaşla ilgili haber hazırlamak gazeteciler için çok kolaylaşmıştı. Medyanın Vietnam Savaşına bir diğer etkisi de
haber bülteni süresinin 15 dakikadan yarım saate çıkması ile Amerikan
ordusunun Vietnam'da ki operasyonlarının detayını yayınlamayı mümkün hale
getirmesiydi. Bu yüzden Amerika'da oturma odasında oturan ve TV kanallarını
izleyen Amerikan halkı haber bültenlerinden savaşla ilgili en korkunç sahnelere
şahit oluyordu. Gerçekte bu görüntülerin çok çabuk Amerika'ya ulaşması ve
korkunç olması çok etkili oldu. Ayrıca halk savaşın giderlerinden haberdar
olmaya başladı ve artık savaşın doğurduğu zararlara ve bedellere katlanmak
istemiyordu.
Ancak Amerika'nın Vietnam savaşında yenilmesi
Amerikalı askeri ve siyasi liderleri hiç mi hiç etkilemedi. Bu zümre sanki
medya bu savaşı kaybetmiş gibi davranıyordu. Bundan sonra Amerika medya
politikalarını gözden geçirmeye başladı ve bağımsız gazetecilerin savaş
bölgelerine girmelerini engelledi.
Körfez Savaşı’nda Medya
1990
yılının Ağustos ayında Irak'ın Kuveyt'e girmesiyle birlikte ortaya çıkan
gerginlik, 1991 yılının Ocak ayında başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa,
Suudi Arabistan, Kuveyt, Mısır ve Suriye’den oluşan ana koalisyon ortaklarının
lrak'a müdahalesi ile savaşa dönüşmüş ve Körfez Savaşı olarak anılan bu savaş
1991 senesinin Mart ayında Irak'ın yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Haberlerin
tarihte ilk defa Amerikan kaynaklı ve yoğun biçimde uydu bağlantılarını
kullanan CNN (Cable News Network) televizyonu tarafından eş anlı olarak
verildiği Körfez Savaşı medya çalışmaları alanında önemli bir yere sahiptir.
Haberlerin ilk kez eş anlı (canlı) olarak iletilmesinin yanı sıra Körfez Savaşı
bilgisayarlar ve akıllı bombalar (smart bombs) ile savaşılan belki de 'ilk
gerçek yüksek teknoloji savaşı' olarak tarihe geçmiştir.
Koalisyon
güçlerinin karşısındaki tarafın gösterilmemesi: Liebes'e göre Körfez Savaşı bir
savaşın karşı taraf gösterilmeden nasıl medyada yer alabileceğinin klasik bir
örneğini teşkil eder. Savaş başlamadan önceki aylarda, televizyon izleyicileri
Bağdat'taki yiyecek sıkıntıları, Irak tarafından tutulan Avrupalı rehineler
gibi konulan televizyondan izleyebildiIer. Ancak savaş başladığı zaman
Saddam'ın kötülüğün sembolü olarak temsilinin dışında karşı taraf medyada yer
almamaya başladı. Kara savaşı sırasında Irak askerlerinin çölde teslim olması
ve hava akımları sırasında Irak askerlerinin sığınağının bombalanması gibi bir
iki istisna olay dışında, haftalarca süren savaş boyunca yalnızca yanan petrol
kuyuları ve petrole bulanmış kuşlar düşmanın eylemleri olarak medyada yer aldı.
Philip
Taylor bir şekilde koalisyonun 'kontrol edilen bir enformasyon ortamı'
yaratmasıyla, basitçe neyin enformasyon neyin propaganda olduğunun ayırt
edilmesinin imkansızlaştığını iddia etmiştir. Taylor çalışmasında, koalisyonun
birleşmiş askeri güçleri tarafından Saddam Hüseyin'in rejimine karşı verilen
savaşın kendisi ve medya tarafından gösterilen savaş şeklinde iki savaşın
olduğu sonucuna varmıştır.
Daha
önceki savaşlarda muhabirlerin geçtikleri haberleri ve gönderdikleri görüntü
kasetleriyle izleyicileri bilgilendiren medya kuruluşları tarihte ilk kez bir
savaşı canlı yayın olarak evimizin içine kadar taşımış oldu. Eskiden kriz
dönemlerinde kapalı kapılar ardında yapılan politikaya ait pazarlıklar, Saddam
yönetiminin yarattığı ‘rehineler krizinde’ olduğu gibi televizyon ekranlarında
kamuoyunun bilgisi dahilinde yapılmaya başlandı. Hatta ABD Başkanı Bush ve
komutanlarının bile en son çatışmalar hakkındaki bilgileri medyaya, özellikle
de CNN’e dayanarak verdikleri gözleniyordu. Dönemin Irak lideri Saddam’ın da
savaşı CNN’ den takip ettiği söyleniyordu.
Bunların
yanında, medyanın Körfez Savaşını temsilinde, eleştirel görüşlere yer vermeme
eğilimi görülmüştür. Krizin ilk haftalarından sonra medya, savaş karşıtı
hareketlere ve eleştirel uluslararası siyaset uzmanlarının görüşlerine yer
vermemiştir. Görüşlerine yer verilen kişiler Orta Doğu konusunda uzman
oldukları varsayılan ancak Arapların yalnızca güç kullanmaktan anlayan insanlar
olduğunu, şiddetin ve gaddarlığın Arap uygarlığının bir parçası olduğunu
söyleyen yorumculardan oluşmaktaydı.
Körfez
Savaşı’nı izleyen yaklaşık 1400 medya mensubu haberlerini kendi ülkelerine
geçmekte her türlü teknolojik olanağa da sahipti. . Savaşın başından sonuna
kadar televizyon aracılığıyla canlı yayın bağlantıları yapıldı. Gazeteciler
haberlerini anında modemlerle uydu aracılığıyla ve fakslarla ABD ve diğer
ülkelerde mensubu oldukları yayın kuruluşuna geçtiler.
Sunulan enformasyon
Medya savaşında yeni yeni ortaya çıkan
fenomenlerden biri ise aylar öncesinden Pentagon'da eğitim gören yeni bir
gazeteci versiyonunun türemesiydi. Bu gazeteciler savaş başladığında askeri
birliklerin eşliğinde savaş arenasına katıldı ve Pentagon'un onlar için
hazırladığı 12 sayfalık talimat çerçevesinde savaştan haber ve görüntü
hazırlamaya başladı. Bu gazetecilerin sayısı 500'ü aşkındı ve genellikle de
BBC, CNN ve Foxnews kanallarında çalışan gazetecilerdi. Bu gazeteciler
refakatçi gazeteciler olarak adlandırıldılar. Refakatçi gazetecilerden başka da bin kadar gazeteci
Arabistan, Kuveyt ve Irak'ta konuşlandırıldı. Bunlar da Pentagon'un talimatına
göre haber ve rapor hazırlıyordu. Aslında bu yöntem, Amerika'nın Vietnam savaşı
sırasında medyanın icraatından çıkardığı dersin bir sonucuydu.
Medyadan
beklenen, medyanın yapamayacağı ve yapabileceği, yapmak istediği veya
istemediğinin dikkatlice gözden geçirilerek incelenmesi ve açıklığa
kavuşturulması gerekir. İzleyicilerin medyadan beklediği tamamiye izleyicinin sosyo-külturel ve
sınıfsal kimliği ve
dolayısıyla psiko-ideolojik
durumuna göre değişir.
Bazı izleyiciler bilinçli veya
bilinçsiz olarak “düşman” olarak gördüğü tarafın kayıplar verdiğini duymak ister ve bunu duyduğunda kendi
takımı gol atmış gibi
büyük bir doyuma
ulaşır. Bazıları savaş gibi farkli ve dramatik bir olayın heyecanını savaş görüntüleriyle yaşamak ister. Bazıları “ne
oluyor” merakıyla savaş haberlerine odaklanır. Bazıları maç seyretmeyi tercih eder. Elbette izleyicilerin beklentilerinin
hiçbir anlamı yoktur, çünkü savaşın koşullarını ve medyanın neyi ve nasıl haber yapacağını kontrol edemezler. Sonunda,
beklentileri ne olursa olsun, kendilerine paketlenmiş olarak sunulan savaş haberi hamburgerini yer ve hazmederler.
Medyanın savaş haberiyle ilgili ne yapabileceği ve
yaptığı ancak medyanın gücüyle orantılıdır. Medyanın cepheden ve cephe gerisinden sunacağı haberler doğal
olarak medyanın profesyonel ideolojilerine
ve savaşla ilgili olarak
her medyanın tuttuğu tarafı “yansız şekilde” nasıl sunduğuna
bağlıdır. Fakat medya ne kadar güçlü olursa olsun, savaşla ilgili olarak egemen taraf daima ordudur.
Dolayısıyla medya endüstrileri savaştaki orduların onlara sağladığı olanaklar çerçevesi içinde harekete etmek zorundadırlar. Bu
çerçevenin dışına çıkan medya er geç ordu tarafından bir şekilde cezalandırılır. Elbette en iyi ceza
haber kaynağını kesmektir.
Kaynakça:
İrfan Erdoğan, Makaleler 1, Savaş ve Medya
Aslı Özkaya, Medya ve Körfez Savaşı
Nejdet Atabek, Vietnam Savaşı ve Medya
Irib World Service, Siyasi makaleler
5 Ocak 2017 Perşembe
Medyada Tekelleşme
Tekel ya da monopol, genel anlamıyla ekonomik bir terim
olarak, bir pazarda belirli bir ürün için üretici ya da dağıtımcı olarak tek
bir firmanın bulunması durumudur. Bir monopol, rakip firmaların daha düşük
fiyat koyması korkusu olmadan kendi fiyatını belirleme gücüne sahiptir.
Bu tanımdan yola çıkıldığında medya da bir tekelleşmeden söz
edilemez. Tekelleşmenin medya alanındaki karşılığı gerçekte
oligopolleşmedir. Oligopolü en basit
tanımı ile “ az sayıda satıcıdan ya da üreticiden oluşan gruplar” olarak ifade
edebiliriz. Tahmin edilebileceği gibi oligopoller piyasayı kendi çıkarları
doğrultusunda yönlendirerek daha fazla kar etmeyi ve yanı sıra piyasadaki küçük
ölçekli rakiplerin yok olmasını hedefler. Yani toplumun değil, kendi
gruplarının çıkarlarına hizmet ettiği için olumsuzluk içeren bir kavramdır.
Bu ekonomi terimini medya için kullandığımızda olumsuzluk
daha da vahim boyutlara ulaşmaktadır. Çünkü medya oligopolü, ticari ekonomik boyutlarının
yanı sıra sosyal açıdan da son derece etkili bir oluşumdur. Toplumu
yönlendirecek ve hatta manipüle edebilecek olanaklara sahiptir.
Örneğin; bir medya oligopolü, sahip olduğu mal ya da hizmet
üreten şirketinin dolaylı dolaysız reklamını yapabilir, rakip şirketlerin
ürünlerinin olumsuz yanlarını ön plana çıkararak kendi şirketine avantaj
sağlayabilir. Daha da önemlisi, yine kendi çıkarları doğrultusunda sosyal ve
siyasal alanlarda kamuoyu oluşturabilir. En basit örneği; bir siyasi partiyi
destekler, desteklediği siyasi partinin rakiplerini zımni ya da açık
eleştirebilir ve böylelikle ülkenin siyasetinin oluşmasında rol oynayabilirler.
Oligopolleşmenin Sonuçları
1. Çoğulcu düşünce ortamını engeller: Nasıl otoriter ve totaliter rejimlerde
tek merkeze dayalı yayın,tek yönlü bir felsefeyi kitlelere aktarıp, onları tek
yönlü düşünceye itiyorsa, oligopoller de bunun yerini sınırlı birkaç merkez alarak,
benzer bir işlevi üstlenirler.
2.
Belli bir baskı grubunu, siyası partiyi ya da sivil toplum kuruluşunu destekleyip, kamuoyunun öznel bir biçimde
oluşmasını sağlayarak toplumsal yapıya müdahale edebilirler.
3.
Sektördeki istihdamı olumsuz etkiler: Sahip oldukları güçlü ekonomik yapı
sayesinde teknolojiyi yenileyerek, çalışan sayısını azaltırlar. Satın alarak
bünyelerine kattıkları medya kuruluşları için ortak haber havuzu oluşturarak
muhabir sayısını azaltırlar.
4.
Çalışanların ücret kaybına uğramasını sonuçlar: Öncelikle sendikal
örgütlenmeyi ortadan kaldırarak iş güvencesi ve ekonomik koşullarını sınırlar.
Birkaç oligopolün elinde toplanan istihdam olanağı, çalışanların ekonomik
taleplerinin karşılanmasında olumsuz sonuçlara neden olur.
5.
Her yayın organında üst kademe yazar oluşumuna yol açar: Kamuoyunu
çıkarları doğrultusunda oluşturmak için sektörde tanınan isimleri yüksek
ücretlerle istihdam eder ve bunun karşılığında öngördükleri tarzda yazmaları sağlanır.
Aynı doğrultuda sektör dışından ünlü kişiler ya da kanaat önderleri de bu amaç
için kullanılır. Ayrıca söz konusu üst kademe yazarlar siyasi otorite ile,
iktidar ile iletişim kurarak oligopolün hükümetlerden maddi ve manevi destek
almalarına yardımcı olurlar.
6. Medya dışı sermayenin medyayı
ağırlıklı biçimde kontrol ettiği bir ortamı sonuçlar.
7. Oligopolleşmenin belli bir düzeye
ulaşması, çok uluslu büyük sermayenin iştahını kabartacak ve ulusal medyanın
uluslararası sermayenin kontrolüne geçmesi süreci başlayacaktır.
Kimi
teorisyenler oligopolleşmenin olumlu yanlarının da bulunduğunu
savunmaktadırlar.
1. Sermaye artışı sağladığı için modern,
gelişmiş teknolojilerin transferleri gerçekleşebilir.
2. Ekonomik yönden güçlenen medyanın,
daha nitelikli personel istihdam etmesi olanağı ortaya çıkabilir.
3. Dağıtımın gelişmesi ve yayınların
daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayacak yatırımların yapılması ile toplumsal
gelişme ve bilinçlenmeye katkı sağlanabilir.
4. Güçlenen medya, siyasal baskılara
karşı daha dirençli hale gelebilir.
1 Ocak 2017 Pazar
SOVYET-TOTALİTER MEDYA KURAMI
Sibert, Peterson ve Schramm’ın 1956
baskılı “Four Theories of the Press” (Basının Dört Kuramı) adlı kitabı, soğuk
savaş yıllarında yüzbinlerce basılmış ve dünyanın dört bir yanına dağıtılan
kitabın yazıldığı dönemin koşullarına göre içerdiği bir kuramda Sovyet-
Totaliter Medya Kuramıdır. Kitabın ilk baskısının yapıldığı soğuk savaş
yıllarında tanımlanan dördüncü kuram olan Sovyet-Totatiler Kuram’ a göre
basının asıl amacı Sovyet sisteminin devamlılığına ve başarısına katkıda
bulunmaktır.
Genel olarak basın, devlet tarafından
yönetilmeli ve kontrol edilmelidir. Devletin bir kolu olarak devleti ileri
götürmek için basının varlığından söz edilebilmelidir.(Erkan Yüksel)
Zamanında İtalyanlar ve Naziler tarafından uygulanmasına rağmen SSCB’de
geliştirilmiştir.
Medya, kültür ve ideoloji üreten bir araç olarak toplumda, egemen
sınıfın dünya görüşü uyarınca düşünceyi aktaracağı ve bunun diğer kurumlarca
üretilen ve aktarılan bilgi ya da ideoloji ile genel bir uyum içinde olacağı,
Marksist düşüncenin bütününe uyumlu bir yaklaşımdır. Kuramın temel varsayımları
çerçevesinde sansürün kabul edildiği ve devlete karşı işlenen suçlardan dolayı
basın mensuplarının cezai sorumluluk taşımaları meşru görülmektedir. Sosyalist
devlet anlayışında sınıf ve iktidar kavramları ayrı konumlanmıştır. Devlet
iktidarı belirlemekte, iktidar ise, temel üretim araçlarının mülkiyetine sahip
olan işçi sınıfın tekelindedir. Temel üretim araçları ise kamusal mülkiyet
altındadır. Ekonomik yaşam herkesin uyması gereken merkezi bir yapıya bağlıdır.
Siyasal yaşam ise, Komünist Parti’nin düzenlemesi altındadır. Devletin resmi
ideolojisi olan tarihsel maddecilik ve diyalektik maddecilik gerektiğinde zor
kullanmayı meşru saymıştır.
Başarıya katkıda
bulunmak, özellikle parti diktatörlüğünü ve Sovyet Sosyalist sistemini
geliştirmek amaçlanmıştır.
- Sadık ve Ortodoks parti
üyeleri medyayı kullanma hakkı edinen kişiler olmuşlardır.
- Medya; devletin gözetimi ve ekonomik politik gelişimi
ile kontrol ediliyor.
- Taktiklerden ayırt edilen parti hedeflerinin
eleştirilmesi yasaklanmıştır.
- Kamusaldır.
- Devlet malı olan ve yakından kontrol edilen medya
sadece devletin otoritesi olarak vardır.
- Siyasal ve kültürel alanda alıcılardan daha çok egemen
güçlerin hoşuna gidecek yayınlar yapmak, -otoriteci gücün kontrolündeki medyanın
asıl hedefidir.
Kitle iletişim araçlarına
özellikle kültürel alanda belirli rol, işlev sorumluluk düşmektedir. Otoriter
rejimin izin verdiği çerçevede halkın norm ve değerlerini, gerçeklik anlayışını
hayat tarzını yönlendirmek medyanın en önemli işlevlerinden birisidir.
Bu kurama göre Sovyet Komünist Teorisi altında devlet sahibi olduğu kitle iletişim araçlarını doğrudan kontrol eder. Sovyetler Birliği dönemindeki medyaya atfen nitelendirilen kuramda Medyanın temel amacı, hükümetin propaganda aracı olarak hareket etmektir. Medya aslında hükümet için çalışır. Otoriter kuramın dahi daha baskıcı halidir. Devlet politikalarının ve sisteminin doğru olduğu dikte ettirilir. Bunun dışına çıkanlar cezalandırılır. Hükümetin istediği kişileri veya kurumları eleştirir, karalama kampanyası yürütür, övdüğü insanları över. Ruslar, Birlik döneminde halkı yönlendirmeyi, gerçekleri yönetimin çıkarlarına uygun yansıtmayı, en önemlisi de komünizmin yaşamasını Komünist Parti Merkez Komitesi'nin resmi yayın organı olan Pravda gazetesiyle yaptı. Rusya’nın hala Pravda sistemini sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
PRAVDA
SSCB öncesi
Gazete ilk kez 1908'de Lev Troçki yönetiminde Viyana'da basılmaya başlanarak, kaçak yollardan Rusya'ya sokuluyordu. 1912'de Petersburg'da gizli bir gazete olarak yayımlanmaya devam edildi. Çarlık rejiminin
polis örgütü tarafından sürekli olarak kapatılan gazete, her defasında başka
bir adla yeniden çıktı.
Pravda gazetesi baskılar nedeniyle birkaç kez adını değiştirmek zorunda
kalmış, Listok Pravdi (Gerçek
Yaprağı), Proletari (Proleter), Raboçi (İşçi)
ve Raboçi Put (İşçi Yolu) adları altında
yayınlanmıştır. Toplam 46 sayısı çıkaran ve Lenin, Stalin ve diğer Bolşeviklerin makalelerine yer veren Raboçi Put gazetesi, 24 Ekim 1917’de Geçici Hükümet tarafından
kapatılmıştır. Aynı gün gazetenin 44.cü sayısı, hükümetin devrilmesi gerektiği
manşetiyle çıkmıştır. Ardından Ekim Devrimi'nden sonra eski ismi olan
Pravda olarak tekrar yayınlandı ve sonrasında, 1918'de, iktidarı alan Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin resmi yayın organı haline geldi.SSCB Dönemi
SSCB'nin dağılmasına değin ülkenin en önemli resmi gazetesi, haber ve eğitim organı olan Pravda, bilim, ekonomi, kültür ve edebiyat konularında, ideolojik yorumlar ve makaleler yayımlıyordu. Ayrıca okur mektuplarına ve onları komünist kuram ve programlar konusunda bilgilendirmeyi amaçlayan yazılara yer veriyordu. Uluslararası ilişkilerle ilgili haber ve yorumlar, Sovyet dış politikasının sesi durumundaki sesi durumundaki İzvestiya gazetesinde yer aldığından, Pravda'daki dış haberler genellikle yabancı ülkelerdeki iç gelişmelerle sınırlıydı. Az sayıda fotoğraf kullanan Pravda sayfa düzeni ve tipografisiyle de SSCB komünist partisini temsil eden bir yayın organıydı. Ayrıca uluslararası basında yer alan haberler, sansürlü olarak yayımlanırdı. Pravda'da yayımlanan başyazılardan çoğu, rejimin ve komünist partinin resmi söylemleri olduğundan öteki Sovyet gazetelerinde de yayımlanırdı.
Bir başka deyişle basın sadece propaganda ve
tanıtım yapan organ olarak kullanılmıştır. Halkı doğrudan ilgilendiren fakat
devlet için zafiyet oluşturacak haberlerin yayını engellenir. (Örneğin Çernobil
faciası)
Kuramın
temel varsayımları çerçevesinde sansürün kabul edildiği ve devlete karşı
işlenen suçlardan dolayı basın mensuplarının cezai sorumluluk taşımaları meşru
görülmektedir.(Mithat Şahin)
Basın üzerindeki sıkı
devlet kontrolü, basın özgürlüğünün hiç tanınmadığı bir basın rejimi anlamına
gelir. Sansür, en katı haliyle diğer SSCB ülkelerinde uygulanırdı.
Mihail Gorbaçov’un
başlattığı Perestroyka ve Glasnost reformları itici güç olarak basını harekete
geçirdi. Bu dönemde Sovyet ordusunda görevini yerine getirirken hayatını
kaybeden askerler, Aral Gölünün kuruması sonucunda ortaya çıkan ekolojik ve
beşeri sorunlar, Sovyet yönetim biçimini eleştiren yazılar yazılmaya
başlamıştır. Sovyetler Birliğinin zayıflaması ve sonunda dağılmasıyla kuram
geçerliliğini yitirmiştir. Tabi zamanla bu kuram
sadece komünist sistem altındaki medyayı değil,
demokratik alanlarda meydana kötü uygulamaları vurgulamak içinde
kullanılmıştır.
Teknik
olarak şu an hiçbir ülke medyası tamamen Sovyet Totaliter Kuram etkisi altında
değildir. Ancak bazı ülkelerin medya sistemi Sovyet komünist medya sistemine
yakın özellikler taşımaktadır. Buna günümüzde en yakın örnek Kuzey Kore olarak
gösterilebilir. Çin ve Küba’da yakın örneklerdir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)