2 Şubat 2017 Perşembe

                                               Sendikasızlaştırma Süreci

Piyasa toplumunun yapılandırılmaya çalışıldığı 90’ların başında, basından medyaya bir anda hızlanan dönüşümle (basın işletmelerinin çok göreceli müstakil (bağımsız) konumundan tümüyle çıkıp giderek büyük sermayenin/holdinglerin ve çeşitli dinî cemaatlerin çok ortaklı sermayesinin kontrolü altına girmesi; işletme ve yazı işleri yönetimlerinin örgütlenmesi; editoryal önceliklerin, ticari ve tüm içeriksel hedeflerin, çalışan kadrolarının, haber politikalarının, haber değerlerinin değişimi; teknolojiye odaklanma gibi stratejilerle) sektör tümüyle piyasa mantığının hakim olduğu bir rotada ilerlemiş ve genişlemiştir. Ülkedeki 12 Eylül rejimi ile ivme kaydeden neo-liberal genel ekonomik ve siyasal programın belirlediği düzlemde ortaya çıkan ve en başta emeğin ekonomik ve siyasi konumunu zayıflatan, ağır bir kuşku odağı haline getiren çeşitli baskılayıcı dönüşümler gazetecilik mesleğini de ciddi değişmelerle karşı karşıya bırakmıştır.

İlerleyen dönemlerde sektörde yaşam düzeyi çok yükselen küçük bir çalışan grubu öne çıkarken, çok çeşitli kategorilerde haber üretim sürecinin birincil ayağı konumundaki gazetecilerin çoğunluğu kazanım ve konumlarından biraz daha kaybetmiştir. Dünyayı örnek göstererek piyasa mantığını tek meşru yol olarak izleyen yeni yapılanma sürecinde, köklü demokratik gelenekleri de olmayan sektörde çalışma ilişkileri kolaylıkla yeniden şekillendirilmiştir. Gazetecilerin meslek sendikasının kendi stratejik yanlışlarıyla da birlikte hızla işlevsizleştirilmesi, işverenlerin basın-iş yasasını uygulamama çabaları, ekonomik, sosyal haklar çerçevesinde çalışanların örgütlü ve bireysel mücadelelerinin engellenmesi gibi sınıf tabanlı ekonomik talepleri yoksayan durumlar doğal bir süreç gibi işletilmiştir. Çalışanların giderek tamamına yakını işverenlerin belirlediği bireysel sözleşmelere ve uygulamalara tâbi kılınmış, buna yönetici konumundaki gazetecilerden de çeşitli biçimlerde (köşe yazarları, yöneticiler bu konularda genellikle sessiz kalmıştır) destek gelmiştir. Haber üretiminde beden ve zihin emeğiyle yer tutan iş gücünü temsil etmede sektörün bir bölümünde nispeten etkin olabilmiş meslek sendikası, kendi özel sorunlarıyla birlikte bu koşullarda toplu sözleşme düzenini sürdürme ve mesleğe ilişkin söz söyleme gücünü hızla yitirmiştir. Medya endüstrisinin aktörleri ve siyasi iktidarlar da ancak etkisiz bir kurum olarak kalmasına izin vermişlerdir. Serbest piyasa ekonomisi ve bireyselleşme kültürü ile meşruiyet sağlanmışken meslek profesyonellerinin önemli bir bölümünü oluşturan basın emekçisi muhabirlerin özlük haklarının zedelenmesi, çalışma ve geçinme koşullarının kötüleşmesi yaygın (doğal) bir durum haline gelmiştir.

Geçmişte, meslekte rol modeli olan gazeteciler yerine medya piyasasının ticari mantığına uygun olarak marka isimler diye tarif edilen bir bölüm yönetici, köşe yazarı, star gazeteci, özlük haklarını konu etmeyen, basın iş yasasına göre çalışır görünse de göstermelik asgari ücret yazılı sözleşmelere imza atan, gerçekte aldıkları yüksek ücret ve olanaklarla modern medya işvereninin gücünü, cazibesini, ayrıcalıklı yaşam tarzlarını, zenginlik, sınıf atlama ve servet sahibi olmayı temsil eden bir konuma gelmiştir. Ekonomik ve sosyal haklar bakımından geriye gidiş normalleştirilirken, iş güvencesinden yoksunluk ve sendikasızlık gazeteciliğin bireysellik mesleği olarak tarifine ve profesyonelliğe uygun sayılmıştır. Çalışanlar açısından tek yasal dayanak olarak kalan 212 sayılı basın-iş yasası işverenler ve yönetici gazeteciler tarafından “işletmeyi batıracak bir yük” olarak tanımlanırken, mümkün oldukça uygulanmaktan kaçınılmıştır.



Basın özgürlüğü ile gazetecinin özgürlüğü birbirinden farklı kavramlardır. Ancak genellikle basın özgürlüğü gazetecinin de özgürlüğü olarak anlaşılır. Kurum olarak medyaya sağlanan ya da sağlanması gereken özgürlükler ve ayrıcalıklarla ilgili uygulamalar ve tartışmaların kuruma mevcut gücü kazandıran içeriği üreten “bağımlı çalışanı” da kapsadığı sanılır. Oysa yalnızca bir “bağımlı çalışan” olarak gazetecinin kendi işvereni karşısındaki konumu irdelendiğinde bile basın özgürlüğünün aslında gazetecinin özgürlüğü olmadığı apaçık ortaya çıkar.

İster kamu adına bir dördüncü güç olarak, isterse toplumların kendisinin de içinde yer aldığı sermaye ve politik güç odaklarının beklentilerine uygun biçimde yönlendirilmesi görevini yerine getiren bir kurum olarak medyanın işlevleri ve yapısı her zaman o yapının içinde yer alan  “insan”ın önünde yer almıştır.

Özgürlük ve ayrıcalık gerçekte kime ve neye tanınmaktadır? Bir “bağımlı çalışan” olarak gazetecinin kendi işvereni karşısındaki konumu nedir?

Gazeteci medyanın bunca etkili işlevlerindeki temel rolüne rağmen alana yönelik araştırmalarda bir “bağımlı çalışan” olarak içinde olduğu koşullarla pek fazla ele alınmamıştır. Bu analizlerde, sunumlarda işsizlik, asgari ücret, fazla mesai alamama, uzun çalışma saatleri, iş güvencesinin yokluğu ve ortadan kaldırılması, kitleler halinde işten çıkartma, kitleler halinde emekli etme gibi insanın gerçek yaşam koşulu yer almamaktadır. “İnsan”ı geri plana atan bu anlayışla ileri sürülen gerekçelerin geçerliliği tartışmalı ve sosyal devlet anlayışının dışındadır.




                                   Medyada Sendikalaşmanın Durumu

İlk gazeteci örgütlerinin mesleki çıkar esasına göre değil, dostluk bağlarının geliştirilmesi ve ahlaki standartların belirlenmesi gibi amaçlarla dernek şeklinde kurulduğu zamanla ortak hak ve menfaatlerin korunması amacıyla sendikaya dönüştükleri belirtilmektedir.

Sendika, malum tarihimizde sistematik olarak olumsuz anlamlarla donatılmış bir kavram. Örgütlenme ise hep sol söylemin içinde algılandığı, medya alanında sendikal hak arayışında olanların en basitinden işinden olduğu ve adeta zehirli atık muamelesi görerek hiçbir yerde iş bulamadığı gri bir alan.

1990’ların hemen başında basın sektöründen belli iş yerlerinde örgütlülüğünü sürdüren sendikanın tümüyle çıkarılması için basın işverenleri hızlı bir süreç başlatmış, büyük sermaye akışı yapılan ve adeta patlama yaşanan medya evresine geçişte sendikal örgütlülük ve toplu sözleşme düzeni bir yük olmaktan çıkarılmış, hükümetler bu süreci sessiz desteklemiş ve kolaylaştırmıştır. Medya kuruluşları ise sendikalı ve sendikasız işyerleri arasındaki haksız rekabetin ortadan kalktığını ilan etmişlerdir. Sendikalı olunca artan çalışan maliyetlerinin toplu sözleşme düzeninin kaldırılmasıyla azalacağı iddia edilmiş, çalışanın maaşına yansıtılacak artışların da çok daha fazla olacağı vaat edilmiştir. Başta Sabah gazetesi olmak üzere sendikasız işyerlerinin haksız rekabet yarattığı iddia edilmiştir. 2000 yılının hemen başlarından itibaren Anadolu Ajansı haricinde, toplu sözleşme yapılan işyerinin kalmadığı görülmektedir. Medya kuruluşlarında çalışanlar arasında sendika üyeliği sürenler olsa da, işverenler toplu sözleşme için gereken çoğunluğa ulaşılmasını önlemek için sendika üyeliğinden çekilmeleri ya da sendika üyesi olmaması için çalışanlara yönelik etkili yöntemler uygulamaktadırlar. Örneğin sendikaya üye olanların sayısında artış eğilimi izlenince, “çalışanlardan hizmet sözleşmelerinin 212 sayılı Basın iş yasası kapsamında düzenlenmesi, sürmesi için sendikadan istifa belgelerini getirmeleri istenebilmekte”, gerekirse iş akti feshedilmektedir (TGS, 15 Haziran 2007). Bu arada bir önlem olarak Türkiye Gazeteciler Sendikası üyelik başvurusu yapan çalışanların üyeliğini ilgili işyerlerinde gerekli çoğunluğa (yüzde 50) ulaşmadan işyerlerine bildirmemektedir.

Sendika, medya kuruluşlarının “haber birimlerinde kadrolu olarak çalışan 212 sayılı yasaya tâbi fikir işçilerini üye kabul etmektedir. “Gazetecilik işinin yapıldığı bu işyerlerinde (ayrı bir şirket adı altında olmamak şartıyla) 4875 (eski 1475) sayılı Yasa’ya tâbi olarak çalışanlar da “asıl işe bağlı yardımcı işler” çerçevesinde” üyelik başvurusu yapabilmektedirler. Sendikal örgütlülüğün, toplu sözleşme düzeninin gerçekte bir işyeri dışında hemen neredeyse kalmadığı medya sektöründe işverenler kadrolu çalıştırma ihtiyacı ya da zorunluluğu duyduğu muhabirlerle bireysel hizmet sözleşmesi yapmakta, muhabirler kendilerine sunulan standart sözleşmelere genellikle itirazsız imza atmaktadırlar. Görünürde 212 sayılı Basın İş Yasası’na gönderme yapılarak düzenlenmişse de çoğu zaman yasaya ve özlük haklarına aykırı (Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nce sarı basın kartı başvuruları esnasında itiraz edilen) mahkemelerin iptal edebileceği hükümler de taşıyan sözleşmelere genellikle itiraz gücüne sahip olmadıkları için, işlerini kaybetmemek için imza atmaktadırlar. Muhabirlerin, kameramanların, foto muhabirlerinin bir bölümü 212 sayılı Basın İş Yasası yerine, yasalara aykırı olarak 4857 (eski 1475) Sayılı İş Yasası’na göre sözleşme yapılarak da çalıştırılabilmekte, sosyal güvenlik primleri gazetecilik iş kolundan yatırılmamaktadır. Bu durumda çalıştırılan pek çok gazetecinin olduğu, çalışanlar ve meslek sendikası tarafından belirtilmektedir.




2000’li yılların hemen başında, medya alanı genişlemeye ve güçlenmeye devam ederken, gazeteciler sendikasının Anadolu Ajansı dışında diğer işyerlerinde toplu sözleşme yapma koşulları serbest piyasanın gereklerine dayandırılarak medya gruplarınca ortadan kaldırılmıştır. En son Cumhuriyet’ten ve Anka Ajansı’nda da düştükten sonra Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın gazetecilerin sendikal hakları ve güvenceleri, çalışma koşulları, ücret artışları, tazminatlar, karşılıklı sorumluluklar, izinler, sosyal yardımlar gibi temel haklarına ait kapsamlı düzenlemeler içeren ve 2 yılda bir yenilenen toplu iş sözleşmesi yaptığı son işyeri Anadolu Ajansı kalmıştır. 212 sayılı basın iş yasası ile tanımlanan hakları “güvence” altına almanın yanında çalışanlara bu yasanın çok daha ilerisinde haklar sağlayan bir toplu iş sözleşmesi işverenle, işyerinde çalışan üyeleri adına sendika tarafından imzalanır. Anadolu Ajansı ile yapılan “2006-2008” tarihli 2 yıllık toplu iş sözleşmesinin giriş bölümünde tarafları, kapsam ve amaçları şöyle tanımlamışlardır: Bu Toplu İş Sözleşmesi, merkezi İstanbul’da bulunan Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Merkezi Ankara’da bulunan Anadolu Ajansı T.A.Ş. arasında İşverenin işyerlerinde çalışan TGS üyeleri ile İşverenin ilişkilerini düzenlemek ve Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü ile Genel Müdürlüğe bağlı işyerlerinde çalışan Türkiye Gazeteciler Sendikası “212 sayılı Yasa ile değişik 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun”, “4857 sayılı İş Kanunu” ve “5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun” kapsamlarındaki bütün TGS üyelerinin haklarını korumak üzere, bütün işyerlerinin özellikleri ve olanakları dikkate alınarak, İşletme düzeyinde imzalanmıştır

Ancak son kaleler olarak gösterilen Cumhuriyet’ten ve Anka Ajansı’ndan düşürülen sendika ve toplu sözleşme düzeni sadece Anadolu Ajansı’nda, bir bakıma, yaşatılmaktadır. Ajans çalışanları sendikal örgütlülüğe, toplu pazarlığa bu işyerinde de son verileceği endişesini taşımaktadır.

“İstatistiklerde gazetecilik işkolunda sendikalı görülen işçilerin ancak dörtte biri 5953 sayılı Yasaya tabi gazetecidir; diğerleri işverenlerce 4857 sayılı Yasaya tabi olarak çalıştırılanlardır. AB ülkelerinde sendikaya karşı tavır takınılmamakta, hatta bazı ülkelerde işe girmeden sendika üyesi olmaları istenmektedir. Türkiye’de ise işe alınırken sendikalı olup olmadığı sorulmakta sendikalı ise işe alınmak istenmemektedir. Örneğin Sabah gazetesinde sendikalı olmayan çalışanların da sendikadan istifası istenmiştir ve istifa etmişlerdir.”

7 Ocak 2017 Cumartesi

Savaşta Medya’nın Tutumu

            Bilindiği üzere günümüz dünyasının en önemli beşeri teknolojik kazanımlardan biri ve kitlesel bilgilendirme aracı medyadır. Medya, dünyada muhataplarının gereksinimlerine göre baş döndürücü bir hızla ve sürekli gelişmektedir. Günümüzde medya artık tüm coğrafi sınırları ortadan kaldıracak ve milyarlarca insanı birbiriyle bütünleştirecek kadar gelişmiş ve gelişmektedir.
Medyada mesajların intikal ettirilmesi kamuoyunu şekillendirmede ve yönlendirmede önemli rol ifa ediyor. Medya türlü haber ve bilgileri toplayarak halk arasında ve çeşitli sosyal alanlarda gereken bilgilendirmeyi gerçekleştiriyor ve istediği konuları cazip hale getirirken, bazı meselelere daha fazla öncelik ve daha çok zaruret kazandırıyor.

Kanadalı düşünür Mareşal Mc Luhan bir makalesinde şöyle yazıyor:
Gelecekte yaşanacak savaşlar askeri teçhizat ve savaş sahalarında olmayacak. Bu savaşlar kitle iletişim araçları insanlara telkin ettikleri telakkiler yüzünden patlak verecek.
Ve bugün günümüz dünyasının şahit olduğu bir gerçektir. Medya krizlerin üretilmesinde, kontrol altına alınmasında anahtar rol ifa ediyor. Medya türlü yöntemlerle hedef kitlelerin kafasını hâkim sınıfın istek ve hedefleri doğrultusunda şekillendirerek yönlendiriyor.


Medyanın Vietnam Savaşındaki rolü

Vietnam Savaşı pek çok insanın zannettiği gibi dünyanın bir kenarında geçen izole bir savaş değildi. Vietnam’da, gerçekte ne olduğu ile televizyon ve gazeteler aracılığıyla ABD halkına gösterilenler arasında çok önemli farklılıklar vardı. Medyanın sansasyon etkisi ve haberleri seçiş tarzı, ABD halkının savaş algılayış biçimi üzerinde önemli etkiler yaptı.
1960'lı ve 1970'li yıllarda yaşanan Amerika ve müttefiklerinin yenilgisi ile sonuçlanan Vietnam savaşında politikacılar bu yenilgiden medyayı sorumlu tutmuştu. Batılı politikacılara göre medya o dönemde kamuoyunu etkileyerek Amerika'nın güneydoğu Asya'ya yönelik politikalarını desteklemelerini engelledi. Aslında böyle bir sonuca ulaşmanın sebebini TV yayınlarının geniş çapta mümkün olmasını sağlayan teknolojik ilerlemelerde aramak gerekir. Amerika ve müttefikleri Vietnam savaşına bulaştıkları günlerde Amerika'da hemen hemen her evde bir televizyon makinesi bulunuyordu ve yine savaşla ilgili haber hazırlamak gazeteciler için çok kolaylaşmıştı. Medyanın Vietnam Savaşına bir diğer etkisi de haber bülteni süresinin 15 dakikadan yarım saate çıkması ile Amerikan ordusunun Vietnam'da ki operasyonlarının detayını yayınlamayı mümkün hale getirmesiydi. Bu yüzden Amerika'da oturma odasında oturan ve TV kanallarını izleyen Amerikan halkı haber bültenlerinden savaşla ilgili en korkunç sahnelere şahit oluyordu. Gerçekte bu görüntülerin çok çabuk Amerika'ya ulaşması ve korkunç olması çok etkili oldu. Ayrıca halk savaşın giderlerinden haberdar olmaya başladı ve artık savaşın doğurduğu zararlara ve bedellere katlanmak istemiyordu.
Ancak Amerika'nın Vietnam savaşında yenilmesi Amerikalı askeri ve siyasi liderleri hiç mi hiç etkilemedi. Bu zümre sanki medya bu savaşı kaybetmiş gibi davranıyordu. Bundan sonra Amerika medya politikalarını gözden geçirmeye başladı ve bağımsız gazetecilerin savaş bölgelerine girmelerini engelledi.



Körfez Savaşı’nda Medya

1990 yılının Ağustos ayında Irak'ın Kuveyt'e girmesiyle birlikte ortaya çıkan gerginlik, 1991 yılının Ocak ayında başta ABD olmak üzere, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Kuveyt, Mısır ve Suriye’den oluşan ana koalisyon ortaklarının lrak'a müdahalesi ile savaşa dönüşmüş ve Körfez Savaşı olarak anılan bu savaş 1991 senesinin Mart ayında Irak'ın yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Haberlerin tarihte ilk defa Amerikan kaynaklı ve yoğun biçimde uydu bağlantılarını kullanan CNN (Cable News Network) televizyonu tarafından eş anlı olarak verildiği Körfez Savaşı medya çalışmaları alanında önemli bir yere sahiptir. Haberlerin ilk kez eş anlı (canlı) olarak iletilmesinin yanı sıra Körfez Savaşı bilgisayarlar ve akıllı bombalar (smart bombs) ile savaşılan belki de 'ilk gerçek yüksek teknoloji savaşı' olarak tarihe geçmiştir.
Koalisyon güçlerinin karşısındaki tarafın gösterilmemesi: Liebes'e göre Körfez Savaşı bir savaşın karşı taraf gösterilmeden nasıl medyada yer alabileceğinin klasik bir örneğini teşkil eder. Savaş başlamadan önceki aylarda, televizyon izleyicileri Bağdat'taki yiyecek sıkıntıları, Irak tarafından tutulan Avrupalı rehineler gibi konulan televizyondan izleyebildiIer. Ancak savaş başladığı zaman Saddam'ın kötülüğün sembolü olarak temsilinin dışında karşı taraf medyada yer almamaya başladı. Kara savaşı sırasında Irak askerlerinin çölde teslim olması ve hava akımları sırasında Irak askerlerinin sığınağının bombalanması gibi bir iki istisna olay dışında, haftalarca süren savaş boyunca yalnızca yanan petrol kuyuları ve petrole bulanmış kuşlar düşmanın eylemleri olarak medyada yer aldı.
Philip Taylor bir şekilde koalisyonun 'kontrol edilen bir enformasyon ortamı' yaratmasıyla, basitçe neyin enformasyon neyin propaganda olduğunun ayırt edilmesinin imkansızlaştığını iddia etmiştir. Taylor çalışmasında, koalisyonun birleşmiş askeri güçleri tarafından Saddam Hüseyin'in rejimine karşı verilen savaşın kendisi ve medya tarafından gösterilen savaş şeklinde iki savaşın olduğu sonucuna varmıştır.
Daha önceki savaşlarda muhabirlerin geçtikleri haberleri ve gönderdikleri görüntü kasetleriyle izleyicileri bilgilendiren medya kuruluşları tarihte ilk kez bir savaşı canlı yayın olarak evimizin içine kadar taşımış oldu. Eskiden kriz dönemlerinde kapalı kapılar ardında yapılan politikaya ait pazarlıklar, Saddam yönetiminin yarattığı ‘rehineler krizinde’ olduğu gibi televizyon ekranlarında kamuoyunun bilgisi dahilinde yapılmaya başlandı. Hatta ABD Başkanı Bush ve komutanlarının bile en son çatışmalar hakkındaki bilgileri medyaya, özellikle de CNN’e dayanarak verdikleri gözleniyordu. Dönemin Irak lideri Saddam’ın da savaşı CNN’ den takip ettiği söyleniyordu.
Bunların yanında, medyanın Körfez Savaşını temsilinde, eleştirel görüşlere yer vermeme eğilimi görülmüştür. Krizin ilk haftalarından sonra medya, savaş karşıtı hareketlere ve eleştirel uluslararası siyaset uzmanlarının görüşlerine yer vermemiştir. Görüşlerine yer verilen kişiler Orta Doğu konusunda uzman oldukları varsayılan ancak Arapların yalnızca güç kullanmaktan anlayan insanlar olduğunu, şiddetin ve gaddarlığın Arap uygarlığının bir parçası olduğunu söyleyen yorumculardan oluşmaktaydı.
Körfez Savaşı’nı izleyen yaklaşık 1400 medya mensubu haberlerini kendi ülkelerine geçmekte her türlü teknolojik olanağa da sahipti. . Savaşın başından sonuna kadar televizyon aracılığıyla canlı yayın bağlantıları yapıldı. Gazeteciler haberlerini anında modemlerle uydu aracılığıyla ve fakslarla ABD ve diğer ülkelerde mensubu oldukları yayın kuruluşuna geçtiler.


Sunulan enformasyon

Medya savaşında yeni yeni ortaya çıkan fenomenlerden biri ise aylar öncesinden Pentagon'da eğitim gören yeni bir gazeteci versiyonunun türemesiydi. Bu gazeteciler savaş başladığında askeri birliklerin eşliğinde savaş arenasına katıldı ve Pentagon'un onlar için hazırladığı 12 sayfalık talimat çerçevesinde savaştan haber ve görüntü hazırlamaya başladı. Bu gazetecilerin sayısı 500'ü aşkındı ve genellikle de BBC, CNN ve Foxnews kanallarında çalışan gazetecilerdi. Bu gazeteciler refakatçi gazeteciler olarak adlandırıldılar. Refakatçi gazetecilerden başka da bin kadar gazeteci Arabistan, Kuveyt ve Irak'ta konuşlandırıldı. Bunlar da Pentagon'un talimatına göre haber ve rapor hazırlıyordu. Aslında bu yöntem, Amerika'nın Vietnam savaşı sırasında medyanın icraatından çıkardığı dersin bir sonucuydu.

Medyadan beklenen, medyanın yapamayacağı ve yapabileceği, yapmak istediği veya istemediğinin dikkatlice  gözden geçirilerek incelenmesi ve açıklığa kavuşturulması gerekir. İzleyicilerin  medyadan beklediği tamamiye izleyicinin sosyo-külturel  ve sınıfsal kimliği  ve dolayısıyla psiko-ideolojik durumuna göre değişir. Bazı izleyiciler bilinçli veya bilinçsiz olarak “düşman” olarak gördüğü tarafın  kayıplar verdiğini  duymak ister ve bunu duyduğunda kendi takımı gol  atmış gibi büyük  bir doyuma ulaşır.  Bazıları savaş  gibi farkli ve  dramatik  bir olayın heyecanını savaş  görüntüleriyle yaşamak ister. Bazıları  “ne oluyor” merakıyla  savaş haberlerine odaklanır. Bazıları maç seyretmeyi  tercih eder.  Elbette izleyicilerin beklentilerinin hiçbir anlamı yoktur, çünkü savaşın koşullarını ve medyanın neyi ve  nasıl  haber  yapacağını kontrol edemezler. Sonunda, beklentileri ne olursa  olsun, kendilerine paketlenmiş olarak sunulan  savaş  haberi hamburgerini yer ve  hazmederler.
Medyanın savaş haberiyle ilgili ne yapabileceği ve yaptığı ancak medyanın gücüyle orantılıdır. Medyanın cepheden ve  cephe gerisinden sunacağı haberler doğal olarak medyanın profesyonel  ideolojilerine ve savaşla ilgili  olarak her medyanın  tuttuğu  tarafı  “yansız şekilde” nasıl sunduğuna bağlıdır. Fakat medya ne kadar güçlü olursa olsun, savaşla ilgili olarak egemen  taraf daima ordudur.
Dolayısıyla medya endüstrileri savaştaki orduların onlara  sağladığı olanaklar  çerçevesi içinde harekete etmek zorundadırlar. Bu çerçevenin dışına çıkan medya er geç ordu tarafından bir şekilde  cezalandırılır. Elbette en iyi ceza haber kaynağını kesmektir.

Kaynakça:
İrfan Erdoğan, Makaleler 1, Savaş ve Medya
Aslı Özkaya, Medya ve Körfez Savaşı
Nejdet Atabek, Vietnam Savaşı ve Medya
Irib World Service, Siyasi makaleler

5 Ocak 2017 Perşembe

Medyada Tekelleşme

Tekel ya da monopol, genel anlamıyla ekonomik bir terim olarak, bir pazarda belirli bir ürün için üretici ya da dağıtımcı olarak tek bir firmanın bulunması durumudur. Bir monopol, rakip firmaların daha düşük fiyat koyması korkusu olmadan kendi fiyatını belirleme gücüne sahiptir.
Bu tanımdan yola çıkıldığında medya da bir tekelleşmeden söz edilemez. Tekelleşmenin medya alanındaki karşılığı gerçekte oligopolleşmedir.  Oligopolü en basit tanımı ile “ az sayıda satıcıdan ya da üreticiden oluşan gruplar” olarak ifade edebiliriz. Tahmin edilebileceği gibi oligopoller piyasayı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek daha fazla kar etmeyi ve yanı sıra piyasadaki küçük ölçekli rakiplerin yok olmasını hedefler. Yani toplumun değil, kendi gruplarının çıkarlarına hizmet ettiği için olumsuzluk içeren bir kavramdır.
Bu ekonomi terimini medya için kullandığımızda olumsuzluk daha da vahim boyutlara ulaşmaktadır. Çünkü medya oligopolü, ticari ekonomik boyutlarının yanı sıra sosyal açıdan da son derece etkili bir oluşumdur. Toplumu yönlendirecek ve hatta manipüle edebilecek olanaklara sahiptir.
Örneğin; bir medya oligopolü, sahip olduğu mal ya da hizmet üreten şirketinin dolaylı dolaysız reklamını yapabilir, rakip şirketlerin ürünlerinin olumsuz yanlarını ön plana çıkararak kendi şirketine avantaj sağlayabilir. Daha da önemlisi, yine kendi çıkarları doğrultusunda sosyal ve siyasal alanlarda kamuoyu oluşturabilir. En basit örneği; bir siyasi partiyi destekler, desteklediği siyasi partinin rakiplerini zımni ya da açık eleştirebilir ve böylelikle ülkenin siyasetinin oluşmasında rol oynayabilirler.

Oligopolleşmenin Sonuçları

1.   Çoğulcu düşünce ortamını engeller: Nasıl otoriter ve totaliter rejimlerde tek merkeze dayalı yayın,tek yönlü bir felsefeyi kitlelere aktarıp, onları tek yönlü düşünceye itiyorsa, oligopoller de bunun yerini sınırlı birkaç merkez alarak, benzer bir işlevi üstlenirler.
2.   Belli bir baskı grubunu, siyası partiyi ya da sivil toplum kuruluşunu  destekleyip, kamuoyunun öznel bir biçimde oluşmasını sağlayarak toplumsal yapıya müdahale edebilirler.
3.   Sektördeki istihdamı olumsuz etkiler: Sahip oldukları güçlü ekonomik yapı sayesinde teknolojiyi yenileyerek, çalışan sayısını azaltırlar. Satın alarak bünyelerine kattıkları medya kuruluşları için ortak haber havuzu oluşturarak muhabir sayısını azaltırlar.
4.   Çalışanların ücret kaybına uğramasını sonuçlar: Öncelikle sendikal örgütlenmeyi ortadan kaldırarak iş güvencesi ve ekonomik koşullarını sınırlar. Birkaç oligopolün elinde toplanan istihdam olanağı, çalışanların ekonomik taleplerinin karşılanmasında olumsuz sonuçlara neden olur.
5.   Her yayın organında üst kademe yazar oluşumuna yol açar: Kamuoyunu çıkarları doğrultusunda oluşturmak için sektörde tanınan isimleri yüksek ücretlerle istihdam eder ve bunun karşılığında öngördükleri tarzda yazmaları sağlanır. Aynı doğrultuda sektör dışından ünlü kişiler ya da kanaat önderleri de bu amaç için kullanılır. Ayrıca söz konusu üst kademe yazarlar siyasi otorite ile, iktidar ile iletişim kurarak oligopolün hükümetlerden maddi ve manevi destek almalarına yardımcı olurlar.
6.   Medya dışı sermayenin medyayı ağırlıklı biçimde kontrol ettiği bir ortamı sonuçlar.
7.   Oligopolleşmenin belli bir düzeye ulaşması, çok uluslu büyük sermayenin iştahını kabartacak ve ulusal medyanın uluslararası sermayenin kontrolüne geçmesi süreci başlayacaktır.

Kimi teorisyenler oligopolleşmenin olumlu yanlarının da bulunduğunu savunmaktadırlar.

1.   Sermaye artışı sağladığı için modern, gelişmiş teknolojilerin transferleri gerçekleşebilir.
2.   Ekonomik yönden güçlenen medyanın, daha nitelikli personel istihdam etmesi olanağı ortaya çıkabilir.
3.   Dağıtımın gelişmesi ve yayınların daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayacak yatırımların yapılması ile toplumsal gelişme ve bilinçlenmeye katkı sağlanabilir.

4.   Güçlenen medya, siyasal baskılara karşı daha dirençli hale gelebilir.




1 Ocak 2017 Pazar

SOVYET-TOTALİTER MEDYA KURAMI

Sibert, Peterson ve Schramm’ın 1956 baskılı “Four Theories of the Press” (Basının Dört Kuramı) adlı kitabı, soğuk savaş yıllarında yüzbinlerce basılmış ve dünyanın dört bir yanına dağıtılan kitabın yazıldığı dönemin koşullarına göre içerdiği bir kuramda Sovyet- Totaliter Medya Kuramıdır. Kitabın ilk baskısının yapıldığı soğuk savaş yıllarında tanımlanan dördüncü kuram olan Sovyet-Totatiler Kuram’ a göre basının asıl amacı Sovyet sisteminin devamlılığına ve başarısına katkıda bulunmaktır.

Genel olarak basın, devlet tarafından yönetilmeli ve kontrol edilmelidir. Devletin bir kolu olarak devleti ileri götürmek için basının varlığından söz edilebilmelidir.(Erkan Yüksel)

Zamanında İtalyanlar ve Naziler tarafından uygulanmasına rağmen SSCB’de geliştirilmiştir.

Medya, kültür ve ideoloji üreten bir araç olarak toplumda, egemen sınıfın dünya görüşü uyarınca düşünceyi aktaracağı ve bunun diğer kurumlarca üretilen ve aktarılan bilgi ya da ideoloji ile genel bir uyum içinde olacağı, Marksist düşüncenin bütününe uyumlu bir yaklaşımdır. Kuramın temel varsayımları çerçevesinde sansürün kabul edildiği ve devlete karşı işlenen suçlardan dolayı basın mensuplarının cezai sorumluluk taşımaları meşru görülmektedir. Sosyalist devlet anlayışında sınıf ve iktidar kavramları ayrı konumlanmıştır. Devlet iktidarı belirlemekte, iktidar ise, temel üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan işçi sınıfın tekelindedir. Temel üretim araçları ise kamusal mülkiyet altındadır. Ekonomik yaşam herkesin uyması gereken merkezi bir yapıya bağlıdır. Siyasal yaşam ise, Komünist Parti’nin düzenlemesi altındadır. Devletin resmi ideolojisi olan tarihsel maddecilik ve diyalektik maddecilik gerektiğinde zor kullanmayı meşru saymıştır.
Başarıya katkıda bulunmak, özellikle parti diktatörlüğünü ve Sovyet Sosyalist sistemini geliştirmek amaçlanmıştır.

- Sadık ve Ortodoks parti üyeleri medyayı kullanma hakkı edinen kişiler olmuşlardır.
- Medya; devletin gözetimi ve ekonomik politik gelişimi ile kontrol ediliyor.
- Taktiklerden ayırt edilen parti hedeflerinin eleştirilmesi yasaklanmıştır.
- Kamusaldır.
- Devlet malı olan ve yakından kontrol edilen medya sadece devletin otoritesi olarak vardır.
- Siyasal ve kültürel alanda alıcılardan daha çok egemen güçlerin hoşuna gidecek yayınlar yapmak, -otoriteci gücün kontrolündeki medyanın asıl hedefidir.

Kitle iletişim araçlarına özellikle kültürel alanda belirli rol, işlev sorumluluk düşmektedir. Otoriter rejimin izin verdiği çerçevede halkın norm ve değerlerini, gerçeklik anlayışını hayat tarzını yönlendirmek medyanın en önemli işlevlerinden birisidir.
            
            Bu kurama göre Sovyet Komünist Teorisi altında devlet sahibi olduğu kitle iletişim araçlarını doğrudan kontrol eder. Sovyetler Birliği dönemindeki medyaya atfen nitelendirilen kuramda Medyanın temel amacı, hükümetin propaganda aracı olarak hareket etmektir. Medya aslında hükümet için çalışır. Otoriter kuramın dahi daha baskıcı halidir. Devlet politikalarının ve sisteminin doğru olduğu dikte ettirilir. Bunun dışına çıkanlar cezalandırılır. Hükümetin istediği kişileri veya kurumları eleştirir, karalama kampanyası yürütür, övdüğü insanları över. Ruslar, Birlik döneminde halkı yönlendirmeyi, gerçekleri yönetimin çıkarlarına uygun yansıtmayı, en önemlisi de komünizmin yaşamasını Komünist Parti Merkez Komitesi'nin resmi yayın organı olan Pravda gazetesiyle yaptı. Rusya’nın hala Pravda sistemini sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

PRAVDA

SSCB öncesi
Gazete ilk kez 1908'de Lev Troçki yönetiminde Viyana'da basılmaya başlanarak, kaçak yollardan Rusya'ya sokuluyordu. 1912'de Petersburg'da gizli bir gazete olarak yayımlanmaya devam edildi. Çarlık rejiminin polis örgütü tarafından sürekli olarak kapatılan gazete, her defasında başka bir adla yeniden çıktı.
            Pravda gazetesi baskılar nedeniyle birkaç kez adını değiştirmek zorunda kalmış, Listok Pravdi (Gerçek Yaprağı), Proletari (Proleter), Raboçi (İşçi) ve Raboçi Put (İşçi Yolu) adları altında yayınlanmıştır. Toplam 46 sayısı çıkaran ve LeninStalin ve diğer Bolşeviklerin makalelerine yer veren Raboçi Put gazetesi, 24 Ekim 1917’de Geçici Hükümet tarafından kapatılmıştır. Aynı gün gazetenin 44.cü sayısı, hükümetin devrilmesi gerektiği manşetiyle çıkmıştır. Ardından Ekim Devrimi'nden sonra eski ismi olan Pravda olarak tekrar yayınlandı ve sonrasında, 1918'de, iktidarı alan Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin resmi yayın organı haline geldi.

SSCB Dönemi

            SSCB'nin dağılmasına değin ülkenin en önemli resmi gazetesi, haber ve eğitim organı olan Pravda, bilim, ekonomi, kültür ve edebiyat konularında, ideolojik yorumlar ve makaleler yayımlıyordu. Ayrıca okur mektuplarına ve onları komünist kuram ve programlar konusunda bilgilendirmeyi amaçlayan yazılara yer veriyordu. Uluslararası ilişkilerle ilgili haber ve yorumlar, Sovyet dış politikasının sesi durumundaki sesi durumundaki İzvestiya gazetesinde yer aldığından, Pravda'daki dış haberler genellikle yabancı ülkelerdeki iç gelişmelerle sınırlıydı. Az sayıda fotoğraf kullanan Pravda sayfa düzeni ve tipografisiyle de SSCB komünist partisini temsil eden bir yayın organıydı. Ayrıca uluslararası basında yer alan haberler, sansürlü olarak yayımlanırdı. Pravda'da yayımlanan başyazılardan çoğu, rejimin ve komünist partinin resmi söylemleri olduğundan öteki Sovyet gazetelerinde de yayımlanırdı.

Bir başka deyişle basın sadece propaganda ve tanıtım yapan organ olarak kullanılmıştır. Halkı doğrudan ilgilendiren fakat devlet için zafiyet oluşturacak haberlerin yayını engellenir. (Örneğin Çernobil faciası)
Kuramın temel varsayımları çerçevesinde sansürün kabul edildiği ve devlete karşı işlenen suçlardan dolayı basın mensuplarının cezai sorumluluk taşımaları meşru görülmektedir.(Mithat Şahin)
Basın üzerindeki sıkı devlet kontrolü, basın özgürlüğünün hiç tanınmadığı bir basın rejimi anlamına gelir. Sansür, en katı haliyle diğer SSCB ülkelerinde uygulanırdı.
Mihail Gorbaçov’un başlattığı Perestroyka ve Glasnost reformları itici güç olarak basını harekete geçirdi. Bu dönemde Sovyet ordusunda görevini yerine getirirken hayatını kaybeden askerler, Aral Gölünün kuruması sonucunda ortaya çıkan ekolojik ve beşeri sorunlar, Sovyet yönetim biçimini eleştiren yazılar yazılmaya başlamıştır. Sovyetler Birliğinin zayıflaması ve sonunda dağılmasıyla kuram geçerliliğini yitirmiştir. Tabi zamanla bu kuram sadece komünist sistem altındaki medyayı değil, demokratik alanlarda meydana kötü uygulamaları vurgulamak içinde kullanılmıştır.
Teknik olarak şu an hiçbir ülke medyası tamamen Sovyet Totaliter Kuram etkisi altında değildir. Ancak bazı ülkelerin medya sistemi Sovyet komünist medya sistemine yakın özellikler taşımaktadır. Buna günümüzde en yakın örnek Kuzey Kore olarak gösterilebilir. Çin ve Küba’da yakın örneklerdir.